İlk mektup...

21:55 journey of my hands 7 Comments



Hamileliğim, normal şartların epey üzerinde seyrediyor. Olurunun dokuz ay on gün olduğu düşünülünce, benimkinin bin doksan beş gün, yani üç yıl sürmesi tuhaf bir etki yaratıyor üzerimde. Düşüncelerim, duygularım karmakarışık. Sadece Nezih'i ikna etmem iki yılımı aldı. şimdi kimin ikna olmasını beklediğimi bilmiyorum. Kendim mi ikna etmeliyim acaba hala? Belki derinlerde bir yerde hazır değilim. Psikolog ve psikiyatrlar mı inandırılması gerekenler? Yoksa ikna etmem gereken kişi Tanrı mı?



Her yöne doğru ama çokça içeriye büküldüğün bir sorgu başlatan evlat edinme bahsi, bazen baharın taklit edilemez güzelliği gibi hoş rayihalar yaysa da bazen de kara kışın yaşam koşullarını zorlaştırdığı kadar soğuk ve yalnız hissettiriyor.


Bir sürü oyuncak diktim. Çalışma odamdaki bir sepetin içinde öylece bekliyorlar. Zaten odaya girmek içimden de gelmiyor artık. Neredeyse sekiz aydır karmakarışık olmuş haliyle, içimi yansıtırmışçasına, ölü bir bekleyişte. Zaman diğer her alanda hızla ilerler ama dosyamız mevzu bahis olduğunda donmuş gibi olduğundan, diktiğim oyuncakların bir kısmını dağıttım. Bayatlamalarına gönlüm müsaade etmediğinden. Mors alfabesi gibi, gizli hallerimi hapsettiğim oyuncaklar...






Yaşadığımız ev üç odalı. Bir odasını boşaltıp yerlerini parke yaptıralı dokuz ayı geçmiştir. "Odasını hazırlayabilirsiniz," diyen dil, "acele etmeyelim, bekleyelim," söylemleriyle ruhumu mengene gibi sıkıştırıyor fark etmeden.


İşten eve gelince Güçlü 'ye sarılıyorum her gün. Nefeslerimiz karışacak kadar yakın yatıyoruz. Onunla çalışmam bittiğinde, yüzünü seyretmeye başlıyorum. Yakını iyi göremediğim için sureti bulanık, sanki masalsılaşmış, hayal alemimde canlandırdığım bir şey gibi. Hırıltılı soluğunun arasında tıkırplamasını dinliyorum. "Tıkırp tıkırp tıkırp" diyor ardı ardına. Gövdesini okşarken usul usul, beni kimseyle paylaşamayan kedi oğlumun, gelmesini dört gözle beklediğim kızıma nasıl bir abi olacağını düşünüyorum...








Bir sabah alarm çalmadan uyanıveriyorum. O güzel rüyadan gelmek istemeyen zihnimi yeniden aynı düşe geri yollamak için üstün bir çaba sarf ediyorum. Olmuyor. Rüyamda Nezih'le evdeyiz. Etrafımızda mutlu görünen üç çocuk var. Bunu kahkahalarından ve neşeli kıkırdamalarından anlıyorum. Nezih'e bakıyorum. Sözsüz, bakışarak anlatıyor bana soracaklarımı. "Bunlar kim?" deyişime, "bunları verdiler" diyor zihnimin içinde. Ama kız istemiştik biz diye düşünüyor, yine de evimizi dolduran çocuk sesine şükrediyorum. Aniden kendimi sokak kapısını açarken buluyorum. Bir kız. İki yahut üç yaşında. Ay parlaklığında bir yüzü var. Gözleri iri ve ışıl ışıl. Çenesi hafifçe sivri. Koyu saçları omuzlarına dökülüyor. Sorusu beni uykumdan uyandıracak kadar canımı yakıyor ama gülümsemesini görebiliyorum.
"Beni ne zaman alacaksınız anne?"
Eğilip sarılıyorum, küçük bedeni kollarımın arasında kayboluyor, rüyamda bile yüreğimin sızladığını hatırlıyorum.








Dosyamıza atanan psikoloğumuz; "ben de tam sizi arayacaktım," diyor telefonda. Kalbim uzayın bilmediğim derinliklerine  fırlar gibi olurken, nefesimi tuttuğumu fark ediyorum. Üç yıllık bekleyişin bittiğini düşünüyorum sevinçle lakin duyduklarım kanımı çekiyor sanki damarlarımdan. Son bir psikolojik test daha talep ediyor.
Derin bir soluk aldığımı hatırlıyorum. Bitmiş, tüm aşamaları tamamlanmış denen dosyamızın neden bir kez daha teste tabi tutulduğunu anlamıyorum. Korkumu belli etmemeye uğraşan ses kontrol merkezim çökmüş gibi. Ancak benim anlayabileceğim bir ürkeklik var konuşmamda. Bir problem olup olmadığını soruyorum. "Yo, hayır hiçbir problem yok, yeni alınan kararlar doğrultusunda, uygulamaya yeni geçilmiş bir prosedür," diyor. Peki deyip ne yapmamız gerektiğini soruyorum. Süresi belirsiz yeni bir aşamaya girdiğimizi yavaşça idrak ederken, hafif bir yılgınlık duyumsuyorum.


Sabah altı. Heyecanla yola çıkmış, testin stresiyle tüm gece çalışmış olmamızın getirdiği yorgunluğu ve uykusuzluğu unutmuşuz. Sürekli soru cevap çalışıyoruz. Ortak paydada buluşmasına çabaladığımız yanıtlar, her soruda eksilmiş gibi duruyor. Test nasıl olacak, ne kadar sürecek bilmediğimizden, endişelerimizi görmezden gelip olumlu tutumumuzu korumak için didiniyoruz.
Saat dokuz buçuk. Önce ben giriyorum yüz yüze görüşmeye. Yirmi dakika sonra, çıkarken kapıda karşılaştığım kocama gülümsüyorum. Kendimce iyi geçti gibi geliyor, hem de sevdiceğime moral vermek istiyorum. Nezih yüz yüze görüşmesine henüz girmişken, beni bir masa ve sandalyenin olduğu başka, boş bir odaya alıyorlar. Önümde sayfalarca kağıt, üzerinde 566 soru ve bir de cevap anahtarı olan diğer bir kağıtla baş başa bırakıp gidiyorlar.
Üniversite sınavında kaç soru çözdüğümü düşünüyorum. Tek tercih yapıp tutturduğum o sınavla, yine tek tercihim olan bu sınavı kıyaslayıp tutturup tutturamayacağımı hesaplamaya çalışıyorum. Bir ara kendime ne yaptığımı soruyorum. Oradan başka bir yere akarken zihnim, etrafımdaki her şey silikleşiyor. Rüyamda seslenen kızımın sorusu yükseliyor en tepede, aklımdan geçen yüzlerce düşüncenin en tepesinde uçuyor ve manasız kıyaslarla harcadığım dakikalarıma yazıklanıp başlıyorum cevaplamaya: doğru, yanlış, yanlış, doğru, doğru, yanlış, yanlış, yanlış...








İş yerindeyiz. Bizi görenler heyecanlı. Testi soruyorlar. Nasıl geçtiğini, ne kadar sürdüğünü, zor olup olmadığını, sonuçları ne zaman alacağımızı. "Sabah yedide gittik, öğlen biri geçerken çıktık, sonuçları haftaya alacağız," derken gülümsüyorum. İyi geçtiğini ama 566 sorunun fazla geldiğini de ekliyorum. Gerekliliğini ve gereksizliğini anlatıyorum ama verdiğim cevaplar onlardan çok kendime gibi. Neşeliyiz. O gün neredeyse yetmiş kişiye anlatıyorum hiç üşenmeden. Kızımızı sadece biz değil, kaç kişi bekliyoruz, bilmiyorum. Ailelerimiz, dostlarımız, arkadaşlarımız ve iş arkadaşlarımız. Yüzü çoktan aştık, bir onu biliyorum.






Uykudan bacağımda bir yangı ve hafif ağrıyla uyanıyorum. Sağ bacağımın kaval kemiği üzerinde bir sinek-böcek ısırığı. Su toplamaya başlamış, belli ki mikrop kaptırmışım. Şişmeye başlıyor, davul gibi oluyor bacağım. üç gün rapor veriyor doktor, işe gidemezsin diyor. Akşam Nezih'i işe uğurladıktan sonra, salonun ortasına gelip duruyorum. Güçlü hemen sol bacağımın yanında, ne yapacağıma karar vermemi bekliyor. Eğer masaya geçip yazmaya başlarsam, o da bilgisayarın dibine kıvrılıp uyuyacak, koltuğa uzanırsam yanıma. Çapçap kızımız ise dışarı çıkma isteğini belirtmek için balkon kapısına koşup beklemeye başlıyor. Güçlü'ye de cazip gelmiş olmalı ki o da kardeşinin yanına yöneliyor. Onları dışarı çıkardıktan sonra meraklı bir anne gibi biraz arkalarından bakıp, beni gerçek anne yapmasını hayal ettiğim o yere, yerlerini parke yaptırdığımız odaya giriyorum. bir süre boş odanın içinde hayal kuruyorum, yatağı, oyuncakları, aldığım ve diktiğim her şeyi yerleştiriyorum. Düşlemenin sıcaklığı yavaş yavaş yerini gerçekliğin soğukluğuna bırakıyor. Boşluğu tüm çıplaklığıyla idrak ettiğimde, boş odanın tam ortasına oturup usul usul ağlıyorum.








"Edinmek" üzerine çok sık düşünüyorum. kelime yankılanıp büyüyor. Sözlükten bakıyorum; "kendine bir şeyi sağlamak, kendini bir şeye sahip kılmak" yazıyor. Eş olmadıklarını bildiğim halde, edinmek ve gereksinim kelimeleri eşleşiyor zihnimde. Kimseyi umursamadan onları eşanlamlı ilan ediyorum. Yazdığım bir kitap değil ki bu, içimde yankılanıp doğurganlığı sürekli artan ve beni ummadığım yerlere savuran duygularla mücadele ediyorum, onları nasıl eşleştirdiğim beni ilgilendirir diyorum. Evlat edinmek, bir istek bir arzu olmaktan çıkıp kendi içinde bilmediğim mesafeler kat ederken, ben de edinmeyi gereksinmeye çeviriyorum. İlk duyanlar; "ne kadar güzel bir şey yapıyorsunuz, ne büyük iyilik, ne büyük sevap" diyorlar. Oysa ben gelecek olanın, bize iyilik yaptığını düşünme eğilimindeyim. Benim ihtiyaç duymamla başlayan bu serüven, bu sebeple edinmekten çok gereksinim olarak yer ediyor içimde.








Son plaja gittiğimiz gün, denize girip çıktıktan sonra, kahve içmeye karar veriyoruz. Fincanı dudaklarında denizi seyreden Nezih'e bakıp; "Muhtemelen bu yaz, istediğimizi rahatça yapabildiğimiz son yaz," diyorum. Bana bakıp gülümsüyor; "Muhtemelen ve olsun artık," diyor. Havanın sıcaklığına, ruhumu sıcacık yapan kelimeler karışıyor. Başımı sevdiğim adamdan alıp denize çeviriyorum. Kendimi umutlu, mutlu, huzurlu ve sevgi dolu hissediyorum...


Bekliyorum, neyi beklediğimin tüm idrakiyle ve sevgiyle...






(Kızıma ilk mektup)





















You Might Also Like

7 yorum:

  1. Kızıma yazdığım mektupları şimdi birlikte okuyoruz.Yarenlik ediyor artık bana isminden mütevellit.Hikayemiz ne hoş bir tevafuk ile aynı.mucizelerle dolu çok keyifli bir yolculuk sizi bekliyor Dualarımda olacaksiniz

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yola çıkarken uzun olduğunu biliyorduk lakin beklemenin bu denli sancılı olabileceğini tahayyül edememişim. Hayırla tamamlansın dilerim. Ve desteğiniz, ses verdiğiniz için minnettarım ❤

      Sil
  2. Canım Sibel'im sen kesinlikle bir evlat yetiştirmelisin şu dünyaya... Ve kızın ne kadar şanslı olduğunu her daim hissedecektir eminim... Bir an önce kavuşmanızı diliyorum tüm kalbimle..❤️Selda

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Can Seldam, iyi ki varsın. En kısa zamanda temenni ederim ki sana da bir fotoğrafını gönderebileyim. ❤

      Sil
  3. ah tüylerim diken diken oldu! kızınız cok şanslı ama siz de bu idrak de oldugunuz için şanslısınız. sağlıkla gel kuzucuk, annenin yüreğinde uyu da büyü.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Cansınız! Çok teşekkür ederim sözlerinize, dileğinize, var olun❤

      Sil
  4. Canım hayrlı olsun gönlünün muradı; çok ama çok sevindim..

    YanıtlaSil